9- MUHARREM GECESİ:
BildirLütfen bu sorunun neden rapor edilmesi gerektiğini düşündüğünüzü kısaca açıklayın.
Muharrem ayının birinci gecesi, Müslümanların kamerî yılbaşı gecesidir. Muharrem ayı, islâm kamerî senesinin birinci ayıdır. Muharrem ayının birinci günü Müslümanların kamerî senesinin, birinci günüdür.
Gayri müslimler, kendi yılbaşıları olan ocak ayının birinci gecesinde, noel baba yapıyorlar. Güyâ hıristiyan dîninin emr etdiği küfrleri işliyorlar. Bu gecede tapınıyorlar. Müslümanlar da, kendi sene başı gecelerinde ve günlerinde müsâfeha ederek, mektûblaşarak tebrîkleşir. Birbirlerini ziyâret eder, hediyye verirler. Senebaşını mecmû’a ve gazetelerle kutlarlar. Yeni senenin, birbirlerine ve bütün Müslümanlara hayrlı ve bereketli olması için duâ ederler. Büyükleri, akrabâyı, âlimleri evinde ziyâret edip duâlarını alırlar. O gün, bayram gibi temiz giyinirler. Fakîrlere sadaka verirler.
Başlangıç zamanına göre iki türlü takvim kullanılmaktadır. Milâdî takvim, Hicrî takvim. Milâdî sene, İsâ aleyhisselâmın doğum günü zannedilen zamandan başlamaktadır. Hicrî sene ise, Peygamber efendimizin Medîne’ye hicret ettiği seneden başlamaktadır. Peygamber efendimiz Medîne-i münevvereye hicreti şöyle olmuştur:
Hicret nasıl oldu?
Son Akabe bî’atıyla, antlaşmasıyla, Medîne; müslümanlara, huzur bulacakları ve sığınacakları bir yer olmuştu. İkinci Akabe bî’atını duyan Mekkeli müşriklerin tutumları, çok şiddetli ve pek tehlikeli bir hâl almıştı.
Müslümanlar için Mekke’de kalmak, tahammül edilemeyecek derecede idi. Peygamber efendimize durumlarını arz ederek, hicret için müsâade istediler. Bir gün, sevgili Peygamberimiz, sevinçli bir hâlde Eshâbının yanına gelip; “Sizin hicret edeceğiniz yer bana bildirildi. Orası Medîne’dir. Oraya hicret ediniz. Allahü teâlâ Medîne’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı” buyurdu.
Resûlullah efendimizin izni ve tavsiyesi üzerine müslümanlar, Medîne’ye birbiri ardınca bölük bölük hicret etmeye başladılar. Peygamber efendimiz, hicret edenlere son derece ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih ediyordu. Müslümanlar, müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük kâfileler hâlinde yola çıkıyor ve mümkün mertebe gizli hareket ediyorlardı.
Medîne’ye ilk hicret eden Ebû Seleme, müşriklerden çok eziyet görmüştü. Neden sonra işin farkına varan müşrikler hicret için yola çıkan müslümanlardan, görebildiklerini yoldan çevirmeye, kadınları kocalarından ayırmaya, gücü yettiklerini hapse atmaya başladılar ve çeşitli cefâlara tâbi tuttular. Onları dinlerinden döndürmek için her türlü eziyeti yaptılar. Fakat bir iç harbin patlak vermesinden korktukları için, öldürmeye cesâret edemediler. Müslümanlar ise, buna rağmen her fırsatı değerlendirerek Medîne yollarına düştüler.
Hazret-i Ömer de, bir gün kılıcını kuşandı. Yanına oklarını ve mızrağını alıp herkesin önünde Kâbe’yi yedi defa tavâf etti. Oradaki müşriklere, yüksek sesle şunları söyledi: “İşte ben de dînimi korumak için Allahü teâlânın yolunda hicret ediyorum. Karısını dul, çocuklarını yetim bırakmak, anasını ağlatmak isteyen varsa şu vâdinin arkasında önüme çıksın!…”
Böylece hazret-i Ömer ile yirmi kadar müslüman, güpe gündüz, çekinmeden Medîne’ye doğru yola çıktılar. O’nun korkusundan bu kâfileye hiç kimse
dokunamadı. Artık göçlerin arkası kesilmiyor. Eshâb-ı kirâm bölük bölük Medîne’ye ulaşıyordu.
Müslümanların çoğu, Medine’ye hicret edince, hazret-i Ebû Bekir de hicret için izin istedi. Resûl-i ekrem;
– Sabır eyle. Ümîdim odur ki; Allahü teâlâ bana da izin verir. Beraber hicret ederiz, buyurdu. Hazret-i Ebû Bekir;
– “Anam-babam sana fedâ olsun! Böyle ihtimâl var mıdır?” diye sorunca, Peygamberimiz;
– Evet vardır, buyurarak sevindirdi.
Hazret-i Ebû Bekir hicret için iki deve satın aldı ve o günü beklemeye başladı. Artık Mekke’de; Sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekir, hazret-i Ali, fakîrler, hastalar, ihtiyârlar ve müşriklerin hapse attığı mü’minler kalmıştı.
Diğer taraftan Medîneli müslümanlar, ya’nî Ensâr, hicret eden Mekkelileri ya’nî Muhâcirleri çok iyi karşılayıp, misâfir ettiler. Aralarında kuvvetli bir birlik meydana geldi.
Resûlullahın da hicret edip müslümanların başına geçeceği ihtimâliyle, Mekkeli müşrikler telâşa kapılmışlardı. Mühim işleri görüşmek için bir araya geldikleri Dâr-ün-Nedve’de toplandılar, ne yapacaklarını konuşmaya başladılar.
Şeytan, Şeyh-i Necdî kılığında ya’nî ihtiyâr bir Necdli şeklinde müşriklerin yanına geldi. Konuşmalarını dinledi. Çeşitli teklifler öne sürüldü. Fakat hiç biri beğenilmedi. Sonra şeytan söze karışt:
– Düşündüklerinizin hiç biri çâre olamaz. Çünkü O’ndaki güler yüz ve tatlı dil her tedbiri bozar. Başka çâre düşününüz, diyerek fikrini söyledi.
Kureyşin reisi olan Ebû Cehil,
– Her kabîleden kuvvetli bir kimse seçelim. Ellerinde kılıçları ile Muhammed’in üzerine saldırsınlar. Kılıç vurup kanını döksünler. Kimin öldürdüğü belli olmasın. Böylece mecbûren diyete râzı olurlar. Biz de diyetini verir, sıkıntıdan kurtuluruz, dedi.
Şeytan da, bu fikri beğendi ve harâretle teşvik ve tavsiye etti. Müşrikler bu hazırlık içindeyken Allahü teâlâ, Resûlüne hicret emri verdi. Cebrâil aleyhisselâm gelerek, müşriklerin kararını ve o gece yatağında yatmamasını bildirdi.
Sevgili Peygamberimiz hazret-i Ali’ye kendi yatağında yatmasını, bıraktığı emânetleri sâhiplerine vermesini söyleyerek,
– Bu gece yatağımda yat uyu, şu hırkamı da üzerine ört! Korkma, sana hiç bir zarar gelmez” buyurdu.
Hazret-i Ali, Peygamber efendimizin emrettiği şekilde yattı. Habîbullahın yerine hiç korkmadan kendi nefsini fedâ etmeye hazırdı.
Hicret gecesi müşrikler, Resûlullah efendimizin saâdethânelerinin etrafını sarmışlardı. Peygamber efendimiz mübârek evlerinden çıktılar. Yâsîn-i şerîf sûresinin başından on âyet-i kerîmeyi okudular ve bir avuç toprak alıp kâfirlerin başına saçtılar. Resûlullah efendimiz sıhhat ve selâmetle aralarından geçip, hazret-i Ebû Bekir’in evine ulaştı. Müşriklerden hiç biri O’nu görememişti.
Bir müddet sonra müşriklerin yanına biri gelip sordu:
– Burada ne bekliyorsunuz?
– Evden çıkmasını bekliyoruz.
– Yemîn ederim ki, Muhammed aranızdan geçip gitti, başınıza da toprak saçtı.
Müşrikler, ellerini başlarına götürdüler. Hakîkaten, başlarında toprak buldular. Derhal kapıya hücum edip içeri girdiler.
O’nun muhâfazasına me’mur mu ettiniz?
Hazret-i Ali’yi, Resûl aleyhisselâmın yatağında görünce, Resûl-i ekremin nerede olduğunu sordular. Hazret-i Ali,
– Bilmem! Beni, O’nun muhâfazasına me’mur mu ettiniz? dedi.
Bunun üzerine hazret-i Ali’yi tartakladılar. Kâbe’nin yanında bir müddet hapsettikten sonra bıraktılar. Müşrikler, Resûlullah efendimizi bulmak için dışarıya çıkıp aramaya başladılar.
Her yeri aramalarına rağmen, bulamadılar ve çılgına döndüler. En azılıları olan Ebû Cehil, Mekke ve civârında tellâllar bağırtarak, sevgili Peygamberimizi ve hazret-i Ebû Bekir’i bulup getirenlere ve yerlerini bildireceklere 100 deve vereceğini va’d etti. Onun bu va’dini duyan ve mala tamâh eden ba’zı kimseler silâhlanıp, atlarına binerek aramaya koyuldular.
“Yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin”
Resûlullah efendimiz, müşriklerin üzerine toprak saçarak uzaklaşıp hazret-i Ebû Bekir’in evine gitti. Hazreti Ebû Bekir’e,
– Hicret etmeme izin verildi, buyurunca, Ebû Bekr-i Sıddîk heyecanla,
– Mübârek ayağınızın tozuna yüzümü süreyim yâ Resûlallah!… Ben de beraber miyim?” diye sorunca, Efendimiz,
– Evet… buyurdu.
Hazret-i Sıddîk, sevincinden ağladı. Gözyaşları arasında,
– Anam-babam, canım sana fedâ olsun yâ Resûlallah! Develer hazır. Hangisini murâd ederseniz onu kabûl buyurunuz, dedi. Âlemlerin sultânı,
– Benim olmayan deveye binmem. Ancak bedeliyle alırım, buyurdu. Bu kesin emir karşısında mecbur kalan hazret-i Sıddîk, devenin bedelini söyledi.
Hazret-i Ebû Bekir, Abdullah bin Üreykıt isminde, kılavuzluğu ile meşhûr olan zâtı çağırıp, yol göstermesi için ücretle tuttu ve develeri üç gün sonra Sevr dağındaki mağaraya getirmesini emretti.
Safer ayının 27’sinde perşembe günü, Peygamber efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk yanlarına bir miktar yiyecek alarak yola çıktılar. İzleri belli olmasın diye parmaklarına basarak gidiyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir, Resûlullahın çevresinde, ba’zan sola, ba’zan sağa, öne, arkaya gidiyordu. Peygamberimiz, niçin böyle yaptığını sorunca,
– Etraftan gelecek bir tehlikeyi önlemek için. Eğer bir zarar gelirse önce bana gelsin. Canım yüksek zâtınıza fedâ olsun yâ Resûlallah! dedi. Server-i âlem efendimiz buyurdular ki:
– Yâ Ebâ Bekr! Başıma gelecek bir musîbetin, benim yerime, senin başına gelmiş olmasını ister misin? Hazret-i Sıddîk,
– Evet yâ Resûlallah! Seni hak dinle, hak peygamber olarak gönderen Allahü teâlâya yemîn ederim ki, gelecek bir musîbetin, senin yerine, benim başıma gelmesini isterim, dedi.
Sevgili Peygamberimizin nâlini dar olduğundan, yolda parçalandı ve mübârek ayakları yaralandı, yürüyecek hâli kalmamıştı. Güçlükle dağa çıkıp mağaraya ulaştılar. Kapı önüne geldiklerinde, hazret-i Ebû Bekir;
– Allah için yâ Resûlallah, içeri girmeyin! Ben gireyim, orada zararlı bir şey varsa, bana gelsin, mübârek zâtınıza bir keder, bir elem değmesin, dedi ve içeri girdi.
İçeriyi süpürüp temizledi. Sağında, solunda irili ufaklı bir çok delikler vardı. Hırkasını parçalayıp, delikleri kapadı, fakat bir açık kaldı. Onu da ökçesi ile kapayıp, Resûlullahı içeri da’vet eyledi.
Peygamber efendimiz içeri girdi ve mübârek başını Ebû Bekir’in kucağına koyup uyudu. O zaman, hazret-i Sıddîk’in ayağını yılan soktu. Resûlullahın uyanmaması için sabredip, hiç hareket etmedi. Fakat gözyaşı Resûlullahın mübârek yüzüne damlayınca;
– Ne oldu yâ Ebâ Bekr? buyurdular. Hazret-i Ebû Bekir,
Ayağım ile kapattığım delikten, bir yılan ayağımı soktu, dedi.
Resûlullah efendimiz, Ebû Bekir’in yarasına, iyi olması için mübârek ağzının yaşından sürünce, acısı hemen dindi, şifâ buldu.
Örümcek ağı ve güvercin yuvası
Resûlullah efendimiz ve Ebû Bekr-i Sıddîk içerde iken, müşrikler, iz tâkib ede ede mağaranın önüne geldiler. Ağzını bir örümceğin ördüğünü ve iki güvercinin de yuva yaptığını gördüler. İz sürücü Kürz bin Alkame; “İşte burada iz kesildi” dedi. Müşrikler, “Eğer, onlar buraya girmiş olsalardı, kapının üzerindeki örümcek ağının yırtılmış olması lâzım gelirdi. Bu örümcek, ağını, Muhammed doğmadan önce örmüştür” dediler. Müşrikler kapı önünde münâkaşa ederken, içerde hazret-i Ebû Bekir endişeye kapıldı. Kâinâtın sultânı efendimiz buyurdu:
– Yâ Ebâ Bekr! Üzülme!.. Şüphesiz Allahü teâlâ bizimledir.
Sevgili Peygamberimiz ile hazret-i Ebû Bekir, bu mağarada geceli gündüzlü üç gün kaldılar. Hazret-i Ebû Bekir’in oğlu Abdullah, Mekke’de duyduklarını, geceleyin mağaraya gelip haber veriyor ve sürülerinin çobanı ^Amir bin Füheyre ise, geceleri süt getirip izleri siliyordu.
Sevr mağarasından dördüncü günü ayrılan sevgili Peygamberimiz, Kusvâ adlı devesine binerek Mekke’den ayrıldı. ^Alemlerin efendisi, Allahü teâlânın medhettiği, beldelerin en kıymetlisi olan Mekke-i mükerremeden, vatanından ayrılıyordu. Devesini Harem-i şerîfe doğru döndürüp, mahzûn bir hâlde; “Vallahi Sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Rabbim katında en sevgili olanısın! Senden çıkarılmamış olsa idim, çıkmazdım. Bana, senden daha güzel, daha sevgili yurt yoktur. Kavmim beni, senden çıkarmamış olsalardı, çıkmaz, senden başka bir yerde yurt, yuva tutmazdım” buyurdu.
O anda Cebrâil aleyhisselâm inip,
– Yâ Resûlallah! Vatanına müştâk mısın, özledin mi?” dedi. Efendimiz de,
– “Evet, müştâkım!” buyurdular. Cebrâil aleyhisselâm, sonunda Mekke’ye döneceğini müjdeleyen, Kasas sûresi 85. âyet-i kerîmesini okudu.
Yolculuk sâkin geçiyordu. Resûlullah efendimiz, Kudeyd denilen yere geldiklerinde, Ümmü Ma’bed isminde, cömertliğiyle meşhur, akıllı, iffetli bir hanımın çadırı önünde durdu. Ücretiyle yiyecek hurma ve et almak istediler. Ümmü Ma’bed dedi ki:
– Eğer olsa idi, para ile değil, ziyâfet çeker, ikrâmda bulunurdum. Resûlullah,
– Süt var mı? diye sordu:
– Yoktur. Davarlar kısırdır, diye cevap verdi. Kâinâtın sultânı çadırın yanında duran zayıf bir koyunu işâret ederek buyurdular ki:
– Bu koyunu sağmama izin verir misiniz?
– Anam-babam sana fedâ olsun, sütü yoktur, fakat onu sağmanıza hiçbir şey mâni değildir.
Resûlullah efendimiz, koyunun yanına gelip, Allahü teâlânın ismini zikrettiler. Bereket ile duâ ettikten sonra, mübârek elini koyunun memesine sürdüler. O anda meme, süt ile doldu ve akmağa başladı. Hemen kap getirip doldurdular. Önce Ümmü Ma’bed’e verdiler. O içtikten sonra, hazret-i Ebû Bekir’e ve diğerlerine verip doyuncaya kadar içmelerini sağladı.
En sonunda kendisi içti. Bir daha mübârek elini koyunun memesine dokunup sığadılar ve çadırda bulunan en büyük kabı istediler. Onu da doldurup Ümmü Ma’bed’e teslim ettiler. İçtikleri sütün kıymeti kadar da para verdiler.
Oradan ayrıldıktan sonra, Ümmü Ma’bed’in kocası geldi ve sütü gördü. Sevinerek sordu:
– Bu süt nereden geldi?
– Bir mübârek kimse gelip, hânemizi şereflendirdi. Gördüklerin, O’nun himmeti ve bereketidir.
– Târif eder misin? Sıfatı ve cemâli nasıldır?
– Gördüğüm o mübârek zât, pek biçimli ve güzel yüzlü idi. Gözlerinde bir miktar kırmızılık, sesinde nâziklik vardı. Mübârek kirpikleri uzun idi. Gözünün akı pek beyaz, karası çok siyah olup, kudretten sürmeli idi. Saçları siyah, sakalı sık idi. Sustuğunda, üzerinde bir vekar ve ağırbaşlılık vardı. Konuşurken tebessüm ediyor, sözleri, sanki dizilmiş birer inci gibi ağzından tatlı tatlı dökülüyordu. Uzaktan çok heybetli görünüyor, yakına gelince, çok tatlı ve câzip bir hâl alıyordu. Yanında bulunanlar, emrini yerine getirmek için canla başla koşuyorlardı, diyerek, daha pek çok hasletlerini saydı. Bunları hayretle dinleyen kocası;
– Yemîn ederim ki, bu zât, Kureyş’in aradığı kimsedir. Eğer ben O’na rastlasaydım, hizmetiyle şereflenir, yanından ayrılmazdım, dedi.
Hemen ardı sıra gidip Rîm vâdisinde yetişti ve müslüman oldu.
Sürâka, atını ne kadar zorladıysa da, onu bir türlü kurtaramadı. Çâresiz kalınca, şefkat ve merhamet sâhibi olan Resûlullah efendimize yalvarmaya başladı.
Müşrikler, hicret için Medîne’ye doğru yola çıkan Muhammed aleyhisselâmı ve hazret-i Ebû Bekir’i devamlı arıyorlardı. Bulamadıkları takdirde kendileri için pek büyük bir tehlike baş gösterecekti. Çünkü, müslümanların bir “İslâm Devleti” kurup, kısa zamanda kendilerini ortadan kaldırabileceklerini düşünüyorlardı. Bu sebeple müşrikler, her şeylerini ortaya koydular.
Peygamber efendimizle hazret-i Ebû Bekir’i öldürene veya esîr edene; yüz devenin yanı sıra sayısız mal ve para vereceklerini va’d ettiler. Bu haber, Sürâka bin Mâlik’in mensûbu olduğu Müdlicoğulları arasında da yayıldı. Sürâka bin Mâlik, iyi iz sürerdi. Bu yüzden olup bitenlerle yakından ilgilendi.
Allahü teâlâ bizimledir!
Müdlicoğulları bir salı günü, Sürâka bin Mâlik’in oturduğu bölge olan Kudeyd’de, toplanmışlardı. Toplantıda Sürâka bin Mâlik de vardı. O sırada Kureyş’in adamlarından biri gelip, Sürâka’ya,
– Ey Sürâka! Yemîn ederim ki, ben az önce, sâhile doğru giden üç kişilik bir kâfile gördüm. Onlar herhâlde Muhammed ile Eshâbıdır, dedi.
Sürâka, durumu anladı. Fakat, ortaya çok fazla mükâfat konulduğu için, bunu tek başına elde etmek istiyordu. Bu sebeple başkasının haberdar olmasını arzu etmiyordu.
– Hayır, o senin gördüğün kimseler, filân kişilerdir. Biraz önce geçmişlerdi. Onları biz de gördük, diyerek, önemli bir şey yokmuş gibi konuştu.
Sürâka bin Mâlik, biraz daha bekledi, belli etmeden yola çıktı. Nihâyet izlerini buldu. Yaklaşınca birbirlerini iyice görebiliyorlardı. Hattâ Sürâka, Peygamber efendimizin okuduğu Kur’ân-ı kerîmi bile işitiyordu. Fakat, Resûl-i ekrem arkalarına hiç bakmıyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir geriye bakınca, Sürâka’yı görüp, telâşa kapıldı. Peygamber efendimiz ona, mağaradaki gibi; “Üzülme, Allahü teâlâ bizimle beraberdir” buyurdu.
Sürâka, Peygamber efendimize saldırabilecek kadar yaklaştı.
– Yâ Muhammed! Seni, bugün benden kim koruyacak! dedi.
Server-i âlem efendimiz de,
– Beni, Cebbâr ve Kahhâr olan Allahü teâlâ korur, cevâbını verdi.
Peygamber efendimiz; “Yâ Rabbî! Onu düşür” diye duâ buyurdu. O sırada Sürâka’nın atı, iki ön ayaklarıyla dizlerine kadar yere battı. Bundan kurtulup, tekrar saldırmaya teşebbüs edince, atının ayakları yine yere saplandı. Sürâka, atını ne kadar zorladıysa da, onu bir türlü kurtaramadı. Çâresiz kalınca, şefkat ve merhamet sâhibi olan Resûlullah efendimize yalvarmaya başladı. Zarar vermiyeceğini söylüyordu. Kâinâtın efendisi; “Yâ Rabbî! Eğer o sözünde doğru ve samîmî ise, atını kurtar” diye duâ etti.
“Sen müslüman olmadıkça…”
Sürâka bin Mâlik’in atı, ancak bu duâdan sonra çukurdan kurtulabilmişti. Kurtulduğu için Resûlullaha deve ve sığır mükâfat va’detti.
Peygamberimiz kabûl etmedi ve ona: “Ey Sürâka! Sen İslâm dînini kabûl etmedikçe, ben de senin deveni ve sığırını arzu etmem, istemem. Sen bizi gördüğünü gizli tut, yeter. Hiç kimsenin bize yetişmesine meydan verme” buyurdu.
Allahü teâlâ dileyince her şey oluyordu. O’na hâlis bir şekilde güvenip, rızâsı yolunda yürüyünce, akıl almaz hâdiseler meydana geliyordu. Resûlullah efendimizi öldürüp, büyük mükâfatlara kavuşma hırsıyla, kükreyen bir aslan tavrıyla yola çıkan Sürâka, artık; mûnis, uysal, bir çocuk gibiydi.
Sürâka, Mekke’nin fethinden sonra gelip müslüman oldu. Peygamber efendimiz, “Ey Sürâka, Kisrâ’nın bileziklerini kollarında görür gibiyim” buyurdu. Hazret-i Ömer zamanında, Kisrâ’nın ülkesi İran fethedilip, ganimet olarak bilezikleri Halifeye getirilmişti. Halife, bunları Sürâka’ya verdi. Sürâka Resûlullahın sözlerini hatırlayıp ağladı.
Peygamber efendimiz, hazret-i Ebû Bekir, Âmir bin Füheyre ve kılavuzdan Abdullah bin Üreykıt, Hicret’in birinci senesi Rebî’ül-evvel ayının sekizinde pazartesi günü, Mîlâdî 622 yılı Eylül ayının 20. günü kuşluk vakti “Kubâ” köyüne ulaştılar. Bu gün, müslümanların Hicrî Şemsî yılının sene başı oldu. Külsüm bin Hidm isminde bir müslümanın evinde kaldılar.
Burada ilk mescidi yaptılar. Kubâ vâdisinde ilk Cum’a namazını kıldılar ve ilk hutbeyi îrâd ettiler. Kubâ mescidi, âyet-i kerîmede meâlen; “Temeli takvâ üzerine kurulan mescid” diye buyrularak medh edildi.
Nihayet hazret-i Ali’de hicret etti.
Bu arada Mekke’de kalan hazret-i Ali, Resûlullah efendimizin Kâbe-i şerîfte devamlı bulundukları makâma oturdu. “Resûl-i ekremde kimin nesi var ise, gelsin alsın!” diye nidâ ettirdi. Herkes gelip, nişânını söyleyerek emânetini aldı. Böylece emânetler sâhiplerine teslim edildi.
Mekke-i mükerremede kalan Eshâb-ı güzîn, hazret-i Ali’nin kanadı altına sığındılar. Resûlullahın saâdethâneleri Mekke’de olduğu müddetçe, hazret-i Ali de orada kaldı. Bir zaman sonra Resûl-i ekrem efendimiz, evinin Medîne-i münevvereye getirilmesini emir buyurdular. Allahın aslanı hazret-i Ali, Kureyş kâfirlerinin toplandıkları yere gitti. “İnşâallahü teâlâ yarın Medîne-i münevvereye gidiyorum. Bir diyeceğiniz var mı? Ben burada iken söyleyin” buyurdu.
Hepsi başlarını eğip, hiçbir şey söylemediler. Sabah olunca, hazret-i Ali, Resûl-i ekrem efendimizin eşyâlarını toplayıp, Resûlullah efendimizin Ehl-i Beyti ve kendi akrabâları ile berâber yola koyuldu. Resûlullah efendimize, şişmiş olan ayaklarından kanlar akar vaziyette, Kubâ’da yetişti.
Gündüzleri saklanıp, geceleri yaya olarak yürüdüğü bu yolculuğun sonunda, Peygamberimizin huzûruna gidemiyecek bir hâle gelmişti. Resûl-i ekrem efendimiz bunu haber alınca, bizzat kendisi teşrif etmiş, hazret-i Ali’yi görünce hâline acımış, sevgili, fedâkâr amcazâdesini kucaklamış, mübârek elleriyle o hak yolunda binlerce meşakkate katlanmış olan nârin, nâzik ayaklarını okşamış, kendisine âfiyeti için duâ buyurmuştu. Hattâ hazret-i Ali’nin bu fedâkârlığı üzerine; “İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allahü teâlânın rızâsı için nefsini fedâ eder” âyet-i celîlesi nâzil oldu.
Medîne’ye daha önce hicret eden Eshâb-ı kirâm ile Medîneli müslümanlar, Kâinâtın sultânının Mekke’den hicret için hareket ettiğini duyunca, teşrifini harâretle ve heyecanla bekliyorlardı. Bu sebeple Medîne-i münevverenin dış semtlerine gözcüler koyup, şehirlerini şereflendirecekleri anda, Efendimizi karşılamak için can atıyorlardı.
O’nun muhabbetiyle yananlar, kızgın çölün suya olan hasreti gibi gözlerini ufka dikerek günlerce beklediler. Nihâyet birden; “Geliyorlar! Geliyorlar!..” diye bir ses işitildi. Sesi duyanlar, sıcak çölün ortalarına doğru göz gezdirmeğe başladılar. Evet!.. Evet!.. Onlar da kızgın çölde, güneşin yakıcı sıcaklığına rağmen, büyük bir heybetle kendilerine doğru ilerlediklerini görmüşlerdi.
Habibullah geliyor baş tacımız geliyor
Sevinçle birbirlerine; “Müjde!.. Müjde!.. Resûlullah geliyor!.. Peygamberimiz geliyor!.. Sevinin ey Medîneliler!.. Bayram edin! Habîbullah geliyor!.. Baş tâcımız geliyor!..” diyerek bağırmaya başladılar. Bu haber bir anda Medîne-i münevvere sokaklarını doldurdu. Yedisinden yetmişine, yaşlısından hastasına kadar herkes, bu eşi görülmedik sevinçli haberi bekliyorlardı.
Bütün Medîneliler en güzel elbiselerini giyenerek, sür’atle Âlemlerin efendisini karşılamak için koştular. Tekbîr sedâları semâyı çınlatıyor, sevinçten gözyaşları sel gibi akıyordu. Hüzün ve mutluluk dolu bir hava esiyor ve Medîne, târihinde en güzel günlerden birini yaşıyordu. Bir tarafta, herkesin “Emîn” lâkabıyla tanıdığı,
Allahü teâlânın Habîbini öldürmek için üzerine mükâfat koyanlar; diğer tarafta ise O’nu ve arkadaşlarını korumak, bağırlarına basmak ve bu uğurda canlarını fedâ etmek istiyenler vardı.
Herkeste büyük bir heyecan ve merak başladı. Acaba Kusvâ nereye çökecekti?! Medîne içine doğru Kusvâ ilerliyor, her kapının önünden geçerken ev sâhipleri heyecanla bekliyorlardı..
Peygamber efendimiz Medîne’ye iyice yaklaşmıştı. Mubârek hicreti son bulmak üzereydi. Medîneliler bir an önce sevgili Peygamberimizin nûrlu cemâlini görmek istiyorlardı. Medîne, Medîne olalı böyle sevinçli, böyle mubârek bir an görmemişti. Bu, o güne kadar, yaşanmamış bir bayramdı.
Benzeri görülmemiş ve görülemeyecek olan bu bayramda, çocuklar ve kadınlar şöyle şiirler terennüm ediyorlardı:
“Tale’al-bedrü aleynâ,
Min seniyyât-il-vedâ’,
Veceb-eş-şükrü aleynâ,
Mâ de’â lillahi dâ’.
Eyyüh-el-meb’ûsu fînâ,
Ci’te bil-emr-il mutâ’!..”
Türkçesi:
Seniyyet-ül vedâ’dan, Bedr doğdu üstümüze,
Hakka da’vet ettikçe, şükr vâcib oldu bize.
Sen bize gönderildin, emrullahı getirdin,
Medîne’ye hoş geldin, şeref verir da’vetin.
İzzet ikrâmla dolduk, eskilerden kurtulduk,
Şana kavuştuk doyduk, ziyândaydık kâr bulduk.
Zulmet gideren ay der, “selâm ehline deyin,
Muhammed’e (aleyhisselâm) uyana, aslâ zulüm etmeyin.”
Hep birlikte söz verdik, yemîn edilen günde,
Doğruluk yolumuzdur, hâinlik olmaz dînde.
Vallahi ben unutmam, elemsiz gün hiç yoktu,
Şâhidsin Emn yıldızı, vefân sevgin pek çoktu.
_”Hoş geldin yâ Resûlallah!..” “Bize buyurun yâ Resûlallah!..” şeklindeki istekler ortalığı çınlatıyordu.
Medîne’nin ileri gelen kimselerinden ba’zıları Kusvâ’nın yularından tutup; “Yâ Resûlallah! Bize buyurun…” diyerek istirhamda bulundular. Onlara,
– “Devemin yularını bırakınız. O me’mûrdur. Kimin evinin önünde çökerse, orada misâfir olurum!’ buyurdular.
Herkeste büyük bir heyecan ve merak başladı. Acaba Kusvâ nereye çökecekti?! Medîne içine doğru Kusvâ ilerliyor, her kapının önünden geçerken ev sâhipleri; “Yâ Resûlallah! Bizi teşrif ediniz, bizi teşrif ediniz!” diye yalvarıyorlardı. Peygamber efendimiz onlara tebessüm buyurarak,
– “Devenin yolunu açınız! Nereye çökeceği ona buyurulmuştur” diyordu.
Kusvâ, nihâyet Peygamber efendimizin bugünkü mescid-i şerîfinin kapısının bulunduğu yere çöktü. Resûlullah devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı. Yürümeye başladı. Eski yere dönüp çöktü ve bir daha kalkmadı. Bunun üzerine Efendimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip,
– İnşâallah menzilimiz burasıdır, buyurdu. Sonra,
– Burası kimindir? buyurunca,
– Yâ Resûlallah! Amr’ın oğulları Süheyl ve Sehl’indir, diye cevap verdiler. Bu çocuklar yetim idi. Peygamberimiz,
– Akrabâlarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır? buyurdu.
Benim evim daha yakındır…
Zîrâ Resûlullah efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in annesi, Neccâroğullarından idi. Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri sevinçle,
– Yâ Resûlallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da kapısı, diyerek heyecanla gösterdi.
Kusvâ’nın yükünü indirip, Resûlullah efendimizi buyur etti. Medîneli müslümanlar ve Muhâcirler, Efendimizin hicretine pek ziyâde sevindiler. İşte Resûlullahın bu hicreti müslümanların hicri yılbaşısı kabûl edildi.
Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî, İstanbul’un Fethi için İstanbul’a gelip şehîd olan, Eyüp Sultan’da Metfûn bulunan mubârek zâttır.
Resûlullah efendimizin hicreti ile başlayan Hicrî kamerî takvimin sene başı, Muharrem ayının ilk günüdür. Bu günde müslümanlar, birbirinin yeni yılını tebrik eder büyüklerin elleri öpülür, hayır duâlar alınır. Böyle günler vesîle edilerek dargınlıklar, kırgınlıklar giderilir. Allahü teâlânın verdiği ni’metler için, emirleri yaparak, yasaklardan sakınarak şükredilir. Günahlardan tevbe edilir. Çoluk çocuğa, yakınlara, tanıdıklara iyilik ve ikrâmlarda bulunulur.
Okunacak duâ
Peygamber efendimiz, “ Her kim Muharremin ilk günü bu duâyı üç kere okursa, Cenab-ı Hak o kimseyi, gelecek Muharreme kadar bütün belalardan emin kılar.” buyurdu.
“Bismillâhirrahmânirrahîm. Elhamdülillahi Rabbilâlemîn.Vessalâtü vesselâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihi ecmaîn. Allâhümme entel ebediyyül kadîm. Elhayyülkerîm. El hannânül mennân vehâzihî senetün cedîdetün es elüke fîhel ısmete mineşşeytânirracîm vel avne alâ hâzihin nefsel emmârati bissû’i veliştigâle bimâ yugarribunî ileyke yâ zel celâli vel ikrâm. Birahmetike yâ erhamerrâhımîn. Ve sallallâhü ve selleme alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ve ehli beytihî ecmaîn.